Hep aynı günün tekrarını yaşadığın oldu mu ? Yarına hiç ulaşamıyormuş gibi.
Bugün yarın oldu.
Herkese merhaba! Nasılsınız? Umarım keyifler yerindedir.
Ben yine her zamanki gibi biraz duygusalım. Çünkü aşağı yukarı bir yıl önce bir pazar akşamı, her pazar yazacağım bu bültenin ilk sayısını kaleme almıştım ve o yazı, en sevdiğim dizi olan The Bear’ın 3.sezon incelemesiydi. Bugün ise, tam 48’inci kez, yine bir pazar akşamı burada sizlerleyim. Bu kez The Bear’ın 4. sezonunu konuşmak için. Tabii hemen yazmaya başlamadan önce ilk yazımı açıp okudum — sonra dayanamadım ve kendimi alamadım ve bugüne kadar yazdığım diğer yazılara da göz gezdirdim ve dolayısıyla bu yazıya da her zamanki gibi yine geciktim. Ama ne diyebilirim ki. Tüm bunlara değdi. Değişmiş ve gelişmişim. Tıpkı Tarkan gibi. Büyümüşüm yiea. Büyümüşüz.
Beraber.
Büyümeye devam edelim. Beraber.
Yaklaşık bir seneye yakın açlığım, daha tabağın fotoğrafını bile çekemeden The Bear’ın 25 Haziran’da yayınlanan 4.sezonunu geçtiğimiz haftalarda 1(bir) günde yitip bitirmemle son buldu. Herkes hazırsa çılgın İtalyan “fuckin’” Berzatto’larla yeniden buluşuyoruz! Bu sezonun hisleri nelerdi, hangi sahneler kalbimizi avuçlarına aldı sıkıp sıkıp bıraktı, bölüm bölüm konuşuyoruz, karakter gelişimlerine bakıyoruz ve tabii ki mutfağın arka planındaki o kaosun içindeki birliktelik ve var oluşsal mücadeleleri es geçmiyoruz. Hadi başlayalım!
Prospektif hikayenin ilerleme göstermediği fakat tek tek karakterlerin üzerlerine derinleşildiği ağır, psikolojikli ve dramatik bir geçiş sezonu tadında olan 3.Sezonun sonunda Carmy’i, geleceği yıldız yahut olumlu bir eleştiriye bağlı restoranı “The Bear” a dair bir eleştiri yazısı okuduğu bir sahnede bırakmıştık. İşte o eleştiri ile başlıyor 4.sezonun ilk bölümü. Ve ne yazık ki pek de beklenildiği gibi değil.
“Culinary Dissonance”.
Acaba bu uyumsuzluk, yalnızca gastronomik mi?
Sezonun ilk bölümü, dizinin içeriği ve karakterler açısından geçtiğimiz ara sezonun ve tüm sezonların kısa ama net bir özeti şeklinde başlıyor. Ve kocaman bir geri sayım sayacı ile. Para yok. Hızlanmaları ve aynı zamanda daha az malzeme ile var olan kalitelerini korumaları ve hatta arttırmaları gerekiyor. “Non-Negotiables” hâlâ devrede ve vakit de daralıyor.
“Every.Second.Counts”
“İnsanlar neden restorana gider?”
The Bear'ın en yalın ve en dokunaklı sorularından biri. Yalnızca yemek yemek için mi? Yoksa bir anlığına hayatın ağırlığından sıyrılıp görülmek, duyulmak hatta sevilmek için mi? Dizinin dört sezondur peşinden ayrılmadığı temel meselelerden biri bu: Restoranlar sadece yemeğin hazrılandığı yerler değil. Ait olmanın, hayatta kalmanın, kimi zaman iyileşmenin mümkün kılındığı ve hatta var olmanın onayının alındığı mekanlar.
Ve tüm karakterler öylesine hırslı, öylesine başarıya kitlenmiş ve bu restorana öyle sıkı sıkıya bağlı ki sanki her şeyin devam etmediği anda herkesin hayatı da, kimlikleri de, umutları da yarım kalacak gibi. Bu restoran onlar için yalnızca bir iş yeri değil; bir amaç, bir hayatta kalma biçimi ve belki de bir bağ ve kimlik meselesi. Ve dolayısıyla ilk hamle karakter gelişiminin işleyişini en beğendiğim ve takdir ettiğim Richie’den geliyor ve “Ever” mutfağından ekip arkadaşlarını işe alarak operasyonu yeniden şekillendirmeye girişiyor.
İkinci bölüm ise Carmy’nin geçmişiyle yüzleştiği birtakım kabullenmelerle devam ediyor. Carmy’nin bitmek bilmeyen mükemmeliyetçilik takıntısı ve sürekli değişen menü yaklaşımı, ekip için giderek ritim ve işleyiş bozan bir unsura dönüşüyor. Sydney ile Carmy arasında başlangıçta var olan uyum ise yavaş yavaş bozuluyor, ortak bir vizyona sahip gibi görünseler de bir türlü senkronize olamıyorlar ve bu da Adam Sapphiro’nun cazip teklifi gibi önemli bir dönüm noktasında bıraktığımız Sydney’in karar vermesini zorlaştırıyor çünkü bir yanda kurduğu hayalleri içeren yepyeni ve önü açık fırsatlar, diğer yanda sürekli bozulan fakat yine de ait de hissettiği ne kadar uyumsuz da olsa bir denge var.
Bu sezon, bireysel travmaların artık işleyişe sirayet ettiği bir noktaya geliniyor. Özellikle Carmy’nin mükemmeliyetçilik ve her şeyi kontrol etme arzusu, kendisi dahil hiçbir durumu ve hiç kimseyi daha iyi bir noktaya taşımıyor yalnızca içinden çıkılması gittikçe zorlaşan bir kaos yaratıyor. Kaos ise yalnızca bağırış çağırışlı mutfak sahnelerinde değil, karakterlerin karar verememe, aidiyet kuramama ve dağılma anlarında kendini gösteriyor. Yani artık farkında olmak yetmiyor, restoranın geleceği için bireysel travmalar çözüme kavuşturulmak durumunda.
Dizi bu sezonda artık “iyi yemek nasıl yapılır” sorusundan çok, “iyi bir insan nasıl olunur” sorusuna odaklanıyor.
Carmy, bu sezonun başında tam da tipik bir mükemmeliyetçi gibi davranıyor; ne kadar çabalarsa çabalasın karşılığını alamadığı her süreçte geçmişteki hatalarına takılıp kalıyor. Kendi zihninde sürekli yetersizlik çukurlarına düşüyor. Ve tüm bu mükemmeliyetçiliğe rağmen yine de hâlâ “yetemedikçe,” tüm dertler, kederler ve olumsuzluklar sanki birleşip doğrudan onu hedef alıyormuş gibi hissediyor. Sonuç olarak tamamen içe kapanan, duvarlarını yükselten, kendi yalnızlığına hapsolan o mağdura dönüşüyor.
Bir şey kovaladığını hissedebiliyorum, bir şeye kafayı taktığını hissediyorum ve bence bu güzel, bence hepimizin hedefleri var ama sadece kulağınla duymanı istedim: sen harikasın, kanıtlayacak bir şeyin yok
Fakat özellikle Carmy’nin kız kardeşi Nathalie (Sugar) ile yaptığı telefon konuşması önemli kırılma anlarından biri. Carmy ise bu konuşma ile, yıllarca aile travmaları, başarısızlık korkusu ve "yeterli değilim" inancıyla baş etmeye çalıştığını ve yine bu konuşma ile ilk kez bunların tanımladığı kişi olmak zorunda olmadığını fark ediyor ve Carmy’nin dönüşümü nihayet bu sezonda başlamış oluyor. Annesi Donna’nın yıkıcı davranışları, erkek kardeşi Michael’in kaybı gibi onu bugünkü mükemmeliyetçi ve kontrol takıntılı kişiliğe sürükleyen ağır geçmişin zincirlerini kırabileceğini anlamaya başlıyor. Nathalie ise ona hayatın her zaman kusursuz olmak zorunda olmadığını; sevginin sadece mükemmelliklerde değil, kaosun içinde de var olabileceğini hatırlatıyor. Nathalie ile yaptığı konuşma, Carmy’nin sadece mutfaktaki değil, kendi hayatındaki kaotik düzeni de sorgulamasına yol açıyor. Aile travmalarının esiri olmak yerine, kaosu olduğu gibi kabul edip özgürleşme ihtimaline kapı aralıyor.
Üçüncü ve dördüncü bölümlerde özellikle Sydney karakterinin ön plana çıkışı dikkat çekiyor. Adam Shapiro tarafından sunulan “aşırı cazip iş teklifi” üzerinden Sydney’in içsel çatışmalarına ve karar verme süreçlerine daha derinlikli bir şekilde tanık oluyoruz. Sydney’in hem kişisel hem profesyonel ikilemleri dramatik biçimde işleniyor.
Beşinci bölümde ise hikaye daha da yoğunlaşıyor. Sydney, babasının kalp krizi haberiyle sarsılıyor ve bu olay, yalnızca kişisel duygularını değil, profesyonel kararlarını da doğrudan etkiliyor. Yine bu bölümde Carmy, Sydney'e belirli tek bir menüye karar verdiğini açıklıyor ve menüyü her gün değiştirme konusundaki ısrarının bencilce ve restorana zarar verici olduğunu itiraf ediyor.
Altıncı bölümde, duygusal gerilim iyice yükseliyor. Sydney, babasının kendisi için endişelenip kalp krizi geçirmesine neden olduğu düşüncesiyle suçluluk duygusuna kapılıyor ve gözyaşlarına boğuluyor. Ancak Claire, ona sevdiğimiz insanlar için endişelenmenin kötü bir şey olmadığını hatırlatarak teselli veriyor. Bu bölüm aynı zamanda diğer karakterlerin de kişisel çatışmalarına odaklanıyor. Richie, Ever’dan eski çalışma arkadaşı Jess’e, kızıyla ve eski eşi Tiff’in nişanlısı Frank’le kurduğu ebeveynlik dinamiğine dair güvensizliğini ve yaklaşan düğününe katılma konusundaki tereddütlerini açıyor. Ebra’nın işleri büyütmek için tuttuğu yatırım danışmanı Albert, Ebra’ya Beef penceresini bir franchise’a dönüştürme fikrini ortaya atarak yeni bir gelişme fitilini ateşliyor. Natalie ise Neil ile gergin bir tartışmaya giriyor; çünkü Neil, Natalie’nin nefret ettiği kız kardeşi Francie’yi Tiff’in düğününe davet etmiş. Carmy ise senelerdir görmediği annesi Donna ile karşı karşıya gelme korkusuyla düğüne gitmekten kaçınmaya çalışıyor. Ancak Natalie ile yaptığı konuşma, onun kararını değiştiriyor ve sonunda düğüne katılmaya razı oluyor.
Yedinci bölüm ise sezonun en uzun ve aynı zamanda en yumuşak, en duygusal bölümlerden biri. Tatlı bir düğün atmosferi içinde birçok yüzleşmeye tanık oluyoruz. Berzatto ailesi Richie’nin eski eşi Tiff’in düğününe katılırken, Richie de duygusal destek amacıyla Sydney’i yanında getiriyor. Carmy, annesi Donna’yı yeniden görünce paniğe kapılıyor, kendine bir anlık nefes alanı açmaya çalışıyor tam bu sırada amcası Lee ile karşılaşıyor. Lee Carmy’e, abisi Michael’nin ölümünden önce onunla yakın arkadaş olduklarını ve Donna’nın aslında kendini geliştirmeye ve iyileştirmeye çalıştığını anlatıyor. Sydney ise Donna ile kısa ama anlamlı bir sohbet ediyor, Carmy ile çalışmaya devam etmeye dair olumlu duygular paylaşıyor. Ancak Donna kısa süre sonra düğünden erken ayrılıyor. Richie ise bambaşka bir yüzleşme yaşıyor. Frank, kızları Eva’nın planlanan baba-kız dansına katılmak istemediğini ve bir masanın altına saklandığını fark ediyor; Richie’den yardım istiyor. Richie ve Frank, Eva’nın yanına masanın altına giriyor; kısa süre sonra Claire de onlara katılıyor. Ardından birer birer Berzatto ailesinin diğer üyeleri, Tiff ve Fak kardeşler de o masanın altına geliyor. Ve hep birlikte, sırayla korkularını ve bastırdıkları hislerini paylaşıyorlar. Bölüm, barışmalarla ve küçük iyileşmelerle tamamlanıyor: Claire ve Carmy tekrar yakınlaşıyor; Natalie ve yıllardır küs olduğu Neil’in kız kardeşi Francie ile eski dostluklarını hatırlayıp barışıyorlar. Richie ise geceyi yalnız ama iç huzuruyla, mutlu bir şekilde evine dönerek kapatıyor.
Dokuzuncu bölüm, sezonun en duygu yüklü yüzleşmelerinden birine sahne oluyor. Carmy sonunda annesi Donna ile gerçek anlamda yüzleşiyor. Ona fotoğraf kitabını bırakmak için gidiyor ve Donna’nın ısrarıyla birlikte vakit geçirmeye razı oluyor. Donna, ailesine yıllarca yaptığı yanlışlar için gözyaşları içinde özür diliyor; neredeyse bir yıldır ayık olduğunu ve oğlunun hayatına yeniden dahil olmak istediğini itiraf ediyor. Bu an, Carmy’nin uzun süredir ördüğü duvarları indirmesine yönelik önemli bir kırılma anına dönüşüyor. Carmy de ona French Laundry’de öğrendiği ünlü kızarmış tavuğu hazırlıyor; tavuk bir barışma sembolüne dönüşüyor. Natalie, Food & Wine dergisinden gelen telefonla Marcus’un “En İyi Yeni Şefler” sınıfına seçildiğini öğreniyor ve bu haber ekip için büyük bir moral kaynağına dönüşüyor. Ve son olarak Nathalie’nin eşi ve retoranın hukuksal işleri ile ilgilenen Pete, Sydney’e çok önemli bir gelişmeyi haber veriyor: Carmy, güncellenen ortaklık sözleşmesinde kendi adını çıkarmış ve restoranın sahipliğini Sydney, Natalie ve maddi destek olan amcaları Cicero’ya bırakmış.
Son bölüm, sezonun duygusal ve dramatik zirvesine dönüşüyor. Sydney, işi bırakma kararını açıklamak için Carmy ile yüzleşiyor. Carmy ise restoran için en doğru kararı verdiğine inanıyor; şefliğin onun için aile travmalarından kaçış yolu olduğunu, Sydney’in ise bu mesleği çok daha saf, çok daha gerçek bir tutkuyla seçtiğini dile getiriyor. Üstelik restoranın asıl ayakta kalma sebebinin Sydney olduğunu da açıkça itiraf ediyor. Başta kayıtsız görünen Richie, Carmy’nin Mikey’nin cenazesine geldiğini ama içeriye girmeye cesaret edemediğini itiraf etmesiyle çözülüyor. İkili, Sydney’in önünde yılların birikmiş kırgınlıklarını, sessizliklerini ve suçluluklarını açıkça konuşuyorlar. Carmy, artık kim olduğunu yalnızca mutfakta tanımlamak istemediğini fark ediyor ve Richie’ye mutfaktan emekli olduğunu söylüyor. Sydney ise Richie’nin de resmi ortak olması koşuluyla restoranı devralmayı kabul ediyor. Richie, bu teklifi kabul ederek yeni bir güven ve ortaklık sürecine adım atıyor. Bölüm, Cicero’nun saatinin sıfıra ulaşmasıyla tamamlanıyor. Natalie geldiğinde olan biteni öğreniyor ve gözyaşlarıyla Carmy’ye sarılıyor. Sezon böylece bir kapanıştan çok yeni başlangıçların sessiz ama güçlü bir habercisi olarak sona eriyor. Kaos çözülmüyor, ama dönüşüyor.
Carmy’nin geri çekilmesiyle liderlik paylaşılmaya başlıyor. Artık bu kaos yalnızcabir kişinin -Carmy’nin- ruhsal krizinin ürünü değil; kolektif olarak sahiplenilen bir dönüşüm haline geliyor. Carmy restoranı Sydney ve Richie’ye devrederek ilk defa kontrolü bırakıyor, bu da Carmy için hem fedakarlık hem özgürleşme anlamına geliyor. Mükemmellik takıntısından, aidiyet ve teslimiyet anlayışına doğru bir yönelim olduğu gibi bu bırakış artık bir başarısızlık değil, kendini tanımaya, kimlik arayışına ve sevdikleri için alan açmak anlamına dönüşüyor. Carmy gibi bir karakter bile bu noktaya gelebildiyse herkes bunu başarabilir. Darısı başımıza diyorum.
Diğer karakterlerin gelişimini kısaca inceleyecek olursak, ana karakterimiz Sydney, ilk sezondaki ürkek sous-chef , artık dördüncü sezonda hem yeteneklerini kabul edip güveniyor hem de artık kendi mutfağının baş şefi oluyor. Önümüzdeki sezonlarda kendisini daha çok ön planda göreceğiz gibi duruyor.
Tüm sezonlar boyunca karakter dönüşümüne en bayıldığım Richie’nin, bağırıp çağıran küfürler yağdıran agresif ezik Richie’den; sakin, çözüm odaklı ve saygı gören bir yöneticiye dönüşmesine kalbimi ve kocaman alkışlarımı bırakıyorum.
Mutfakta deneyimli ama daha çok old-school alışkanlıklarla hareket eden Tina’nın, yılların birikimiyle yoğrulmuş azmi ve çalışkanlığıyla her sezonda öğrenmeye, değişmeye ve dönüşmeye olan açıklığı sayesinde kendini adım adım daha iyi konumlara taşıması gerçekten takdire şayan.
Claire-Bear, Carmy’nin romantik dengesini temsil ediyor. Sezon boyunca Carmy’nin duygusal çıkmazlarında ona adeta bir ayna tutuyor; sakladığı kırılganlıklarını görünür kılıyor. Finalde ise ilişkilerinin yönü özellikle belirsiz bırakılıyor. Fakat izlerken şu his ağır basıyor: Carmy, kendisiyle yüzleştikçe, kimlik arayışını olgunlaştırdıkça ve sevmeyi gerçekten öğrenmeye başladıkça bu bağ daha sağlam, daha sağlıklı bir yere evrilebilir. Yani belirsizlik devam etse de umut hâlâ var.
The Bear’ın 4. sezonunu izleyenler varsa, sizin de düşüncelerinizi duymak isterim. Yorumlarda buluşalım! Dizimiz zaten 5. sezon onayını da çoktan aldı, bize de sadece heyecanla beklemek kaldı.
Bir sonraki yazıda görüşmek üzere, sevgiyle kalın!
M.