Sevgili herkes, hoşgeldiniz bültenin 44.sayısına! Umarım keyifler yerindedir falan demeye utanır oldum artık. Başlayan savaşlar, zamansız ölümler ve diğer rutin felaketlerimiz. Maalesef ki ve pek de şaşırtıcı olmayaraktan, hiç iç açıcı gündemlerimiz yok.
Benim babam nasıl biriydi, biliyor musunuz?
Dürüsttü... Hem de çok dürüsttü. Siyasetin içinde olmasına rağmen, asla yalan söylemezdi.
Çalışkandı... Sabah saat sekizde işe gider, gece ikide dönerdi.
Annemle birlikte kızardık bazen:
“Seni hiç göremiyoruz” derdik.
O ise hep aynı cevabı verirdi:
“Bir ay daha sabredin, her şeyi yoluna koyacağım” Ama o “bir ay”lar hiç bitmedi...
Manisa'yı çok severdi.
Her büyüğünü, her küçüğünü, her hayvanı... Her şeyiyle kucaklardı.
Hayat doluydu. Denize gitmeyi, spor yapmayı, yeni diller öğrenmeyi severdi.
Ama her şeyden önce, çok iyi bir babaydı.
Bize vakit ayıramadığında mahçup olurdu.
Birlikte konsere gitmek, yeni şehirler keşfetmek, Bazen de sadece sabah işe gitmeden önce uykulu uykulu sarılmak isterdi.
Bana hep şunu derdi:
“Baban varsa sorun yok”
Ama benim artık bir babam yok.
Şimdi odamdayım.
Elimde kalan anılarla, kardeşlerimin ve annemin yanındayım.
Bu ani ölümün şokunu atlatmaya, içimizdeki yaraları sarmaya çalışıyoruz.
Toparlanacağız...
Toparlanmalıyız ki, hesabını sorabilelim.
Babacığım, eğer beni görüyorsan...
Sen, bu dünyada en çok sevdiğim insandın.
Hâlâ öylesin.
Sana layık bir evlat olabilmek için her gün daha çok çabalayacağım.
İstediğin gibi... Haftaya o sınava girip mimar olacağım.
Adını yaşatabileceğim her yerde, en güzel şekilde yaşatacağım.
Seni çok seviyorum.
Her şeyin.
Yine güzeller güzeli bir kız evlatın -yitirdiği- babasının ardından kaleme aldığı bir mektupla karşı karşıya kalıyorum. Ne vakit denk geldiğim fark etmez, belli ki her zaman hazırlıksız ve savunmasız yakalanacağım. Yine gözyaşlarımı tutamıyorum. Yine içim paramparça. Yine eksik hissediyorum. Eksikliğini, yalnızlığını ve güçsüzlüğünü anlıyorum. Hüznünü en derinimde hissediyorum. Babası hayattayken dâhi mütemadiyen yalnız ve eksik yetersiz değersiz hisseden kadınlarla dolu bir memleket burası. Babalarının önünden ardından methiyeler düzemeyecek, anamayacak, şanssız küçük kız çocukları. Ne demişti Jehan Barbur, “Baba Öyküler”de:
“Babandır, ne yapsa yarandır.”
Bugün Babalar Günü. Bu temada kısıtlı filmografimle de olsa Babalar Günü’nü de boş geçmedim tabi ki aklıma gelen ilk 10 filmden hemmmen bir “baba filmler” seçkisi hazırladım -içinde Godfather yok- ama instagram’da. Merak eden buyurabilir buradan. Anneler günü için özene bezene hazırladığımsa tam burada. Babaların annelerden ne eksiği var, fazlası var hatta gibi bir iğrenç “that’s what she said” espirisi yapacaktım ama yazının geri kalanında benzer şeyler okuyacağınız için tam şu an yapmamayı tercih ediyorum. Ben küçükken emeğimle, alın terimle yahut kendi çabamla ve uğraşımla herhangi bir şeyi başarıp karşılığını elde ettiğim anları babamla paylaştığımda “annenin ak sütü gibi helal olsun” derdi. Bunun bir deyim olduğunu anlayamayacak kadar küçük yaşta olduğum için ben de cevap olarak “Peki ya babanın?” diye sormuştum bir gün. Cevaben böylesi bir soru ile karşılaşmayı beklemiyordu belli ki şaşırdı ve cevap vermeden önce de bir süre düşündü ve “babanın.. babanın da nesii… babanın da sümüğü” deyivermişti ve bu bana o yaşımda çok komik gelmiş olacak ki “yok canım o kadar da değildir, emin misin sümük olduğuna” gibi mantıklı bir geri dönüş yapmak yerine katıla katıla gülmüştüm. Sonra uzun yıllar bu geyiği aynı şekilde sürdürdük. Artık büyüdüğümde o otomatik “annenin ak sütü gibi helal olsun” cümlesi ağzından çıkar çıkmaz fırsatı kaçırmamak için atılırdım:
“Babanın da?”
“Babayı karıştırma”ya dönüşmüştü sümük. Değişmeyen ise hâlâ bu salak espiriye gülüyor olmamızdı.
Geçen haftaki kitabın devamını konuşacağımızı söylemiştim bir önceki bültende. Biraz “baba” konular kalmış. Böyle denk gelişlerin hastasıyım. Bilinçlerinizi açın, hazırsanız, lafı daha fazla uzatmayarak başlıyorum.
Psikanaliz edebiyat ve kültür terimlerini yan yana, art arda ya da en azından aynı bağlamda kullandığımızda otomatik olarak varsayılan psikanalizin bir tür polisiyeye benzeyen şifre ya da sır çözme yöntemini, edebiyat eserinin ya da kültürel olguların/oluşumların sırrını ya da şifresini çözmek amacıyla kullanmaya niyetli olduğumuzdur. Bu yaklaşım psikanalitik olmaktan ziyade, nesnelci ve seçkinci bir edebiyat eleştirisi anlayışını temsil eder; psikanalize verilen paye ise bir sihirli anahtar hükmündedir sadece: Sihirli belki, gene de bir anahtar.
“Psikanalizin temel terminolojisini biraz tanıyan ve eline aldığı edebiyat eseri üzerine ilginç, biraz da egzotik bir söz söylemeyi entelektüel olmanın gereği sanan eleştirmen de bundan pek farklı bir şey yapmayacaktır. İster Frye gibi Jungcu kavramlarla, isterse de Freudcu, Lacancı ya da Kleincı kavramlarla çalışsın, bu tür bir eleştirmen metnin içine dalıp, elindeki kavramlar listesini o metnin içinde tebdil-i kıyafet etmiş bir halde bulmanın keyfini yaşar. Her puro bir fallus, her mağara bir rahimdir. Babasıyla takışan her ergen Oidipal bir figürden başka bir şey değildir; babasına hayran kız ise Elektra kompleksinden muzdariptir mutlaka. Anne arzusu, babanın adı, jouissance, objet petit a, haz ilkesi, Thanatos ilkesi, metnin tüm girinti ve çıkıntılarına siner, kovuklarına saklanır. Eleştirmenimiz ise elinde büyüteciyle bunların izini sürer; sonunda her birini tek tek yakalayıp kulaklarından tutarak… Ne yapar? Adalete mi teslim eder? Hayır, acemi bir balıkçı gibi, tuttuğu tüm balıkları tekrar suya atar, balık tutma eylemini gerçekleştirmiş olmanın kıvancıyla etrafındaki hayran izleyici kitlesine şöyle bir yukarıdan bakar ve avlanacak yeni metinlere doğru yelken açar.”
Sonuç olarak edebiyatla psikanaliz arasındaki ilişkiyi anlamlı bir biçimde kurabilmemiz için, bu ilişkiye tersinden bakmamız gerekir. Psikanaliz bir edebiyat metninin ne değerini ne anlamını ne de etkisini değiştirebilir. Ancak edebiyat metninin eleştirel okunması, bizim psikanalizi kavramamız, anlamlandırmamız ve psikanalitik terapi ilişkisinin dışında , tüm yaşamımızda kalıcı bir biçimde geçerli kılmamız için vazgeçilmez önemdedir.
B.Somay
“Şairler ve filozoflar bilinçdışını benden önce keşfetmişlerdi. Benim keşfettiğim, bilinçdışını araştırmanın bilimsel yöntemiydi”-S.Freud.
1-Oidipus Oidipal Bir Çocuk Muydu?
Öncelikle Freud durup dururken Tiran Oidipus tragedyasının analiz etmeye kalkışmamış, tam tersine, Oidipus kompleksini o metinden aldığı bir ilham üzerine kafa yorarak bulmuştu. Tiran Oidipus metninde önemli olan, Oidipus’un bilmeden ve istemeden yaptıklarından ötürü ödediği bedeldir. Oysa Freud Oidipus kompleksinde bir arzudan bahsetmektedir. Yani Freud, Oidipus kompleksinde aralarında genetik bağ olsun olmasın çocuğun annesine/birincil bakıcısına yönelik arzusunu anlatmaya çalışıyordu. Daha sonradan Lacan’ın da katkısıyla anne, kız-erkek demeden tüm çocuklar için bir arzu nesnesi, doğum esnasına kaybettiğimiz şeyin yeniden kazanılabilir olduğu fantazisinin ifadesi olmuştur. Anne bizim bütün olduğumuz hayali bir anın temsilcisidir. Fakat anne daha ilk andan itibaren bebeğin kadir-i mutlak bütünlük fantazisini adım adım yıkar. Ve bu bütünlük ve iktidar hayalinin baş düşmanı da tahmin edebileceğiniz üzere annenin bizim dışımızdaki tüm ilgi ve ilişkilerini üzerinde toplayan baba’dır. Dolayısıyla babaya yönelik düşmanlık ve haset, o bizim genetik babamız olduğu için değil, anneyle aramıza giren bir unsur, müstakbel iktidarımıza meydan okuyan bir güç, bizi “kastrasyonla” tehdit eden bir tehlike olduğu içindir. Yani kısacası, Oidipus kompleksinin ortaya çıkış öyküsünde, psikanaliz edebiyatı açıklamamıştır, tersine edebiyat psikanalizin kavramının hazinesine katkıda bulunmuş, hatta en önemli yapı taşlarından birini sağlamıştır.
2-İyi Baba Ölü Babadır
Hikayede Hamlet’in babasıyla ilişkisi Oidipus’unkinden büyük ölçüde farklıdır- hatta bir bakıma onun tam tersi gibi bile görünür. Hamlet’in karşısında iki baba vardır: Biri ölmüş olan iyi baba, diğeri ise hayatta olan ve anneye sahip olan kötü baba. İkincisi aslında genetik baba değil amca, ancak babanın işlevini (hem cinsel hem de toplumsal olarak anneye sahip olma işlevini) tam olarak yerine getirmektedir. Hamlet ise baba imagosunu ikiye bölmüş olarak nevrozdan psikoza transfer eder. Üstelik bu psikotik bölünmeyi, ölmüş olan baba imgesini kadınlaştırarak/hadım ederek, iyi baba ve anne imgelerini birleştirerek tamamlar. İyi baba’nın bir yılan tarafından sokulduğu söylenir. Yani kötü baba, fallik yılan imgesine başvurarak, sadece anneyi değil, aynı zamanda iyi babayı da “sokmuştur”. İyi baba’nın gücünü ve tahakkümünü bir “sokma” eylemi yoluyla kaybettiği düşünülürse, o sadece öldürülmekle kalmamış, aynı zamanda tecavüze uğramış, “hadım edilmiştir”. Bu iyi -ya da vajinal- baba, bu yolla kötü baba’dan ayrılarak, annenin vehçelerinden biri hâline gelir.
“Oidipus kompleksi, ölü baba imgesinden kaynaklanan tek örnek değildir. Freud’a göre, tarih öncesi zamanlarda, çeşitli efsanelere göre, alfa-erkek (“İlksel Baba”-der Urvarter) tüm kabileyi kontrol ediyordu ve tüm kadınlar da onun karılarıydı. Bu da bütün çocukları “onun çocukları” kılar, en azından herkes buna inanır. Kabileden herhangi bir onay beklemeden ve almadan, yasayı kendisi yapıyordu, ancak kendi yasasına bağlı kalma zorunluluğu yoktu. Her biri (en azından varsayım olarak) onun oğulları olan diğer erkekler, ya bu yasaya boyun eğiyorlar, yani simgesel olarak hadım edilmeyi ve her türlü (cinsel ve toplumsal) güçten yoksun bırakılmayı kabul ediyorlar, ya da öldürülüyor veya topluluğun dışına atılıyor, sürülüyorlardı. Bu düzen içinde babanın erkek kardeşleri zaten öldürülmüş ya da sürülmüştü. Freud gene çeşitli mit ve efsanelere dayanarak, günün birinde kardeşlerin/oğulların bir araya gelip baba’yı öldürmek için komplo kurduklarını iddia eder. Bir gün kovulan kardeşler bir araya gelip babalarını öldürdüler, sonra parçalayıp yediler ve böylece de ataerkil sürünün sonunu getirmiş oldular. Birleştiklerinde bireysel olarak kendileri için imkansız olan şeyi yapma cesareti buldular ve başardılar. Onu yutma fiilinde ise onunla özdeşleşmeyi başardılar ve her biri babanın gücünün bir kısmını kazanmış oldu. Ancak gözden kaçırmamak gerekir ki, öldürülen İlksel Baba öyle kolay kolay çekip gitmez; bir hayalet olarak, tüm somut, gerçek, yaşayan öznelerin mahrum bırakıldığı fantastik bir keyfi temsil eden bir ad olarak yaşamaya devam eder. Öldüğünde babanın gücü bin kat artar. Böylece de hayat, yaşama hakkı, kadir-i mutlak olabilmek için ödenecek bir bedel hâline gelir.
B.Somay-“Ailenin Ötesi”
3-Yeraltı Adamının Aynası
“Ben hasta bir adamım.. Ben öfkeli bir adamım. İtici bir adamım ben. Galiba karaciğerimde bir sorun var. Ama hastalığım hakkında en ufak bir şey bilmiyorum ve neremin etkilendiğinden bile emin değilim. Bunun için herhangi bir tedavi görmüyorum ve tıbba ve doktorlara büyük saygı duymama rağmen hiç tedaviye kalkışmadım”
Dostoyevski- “Yeraltından Notlar”
Dostoyevski’nin Yeraltı adamının düpedüz bir “hastalık hastası” olduğunun farkındayız değil mi? 19.yüzyılın ikinci yarısındaki tıp dünyasında bu durum bir akıl hastalığı olarak tanımlanmıyor, daha ziyade bir duygu durum bozukluğu olarak görülüyormuş. Daha sonradan Freud’un narsisizm üzerine yapacağı yorumlar da hastalık hastalığı’nın narsisistik kişilik yapılanmasının da bir tezahürü olabileceğini gösterecekti.
Hastalık hastası, kendi bedenine duygusal bir yatırım yapabilmek için, bedenini sürekli olarak hasta, ilgiye ve şefkate muhtaç bir hale getirme ihtiyacı içindedir. Histerikten farklı olarak, narsisist hastalık hastası ötekilerin ilgisini çekmek için hastalanmaz, tersine, kendi kendine, kendi bedenine duyduğu yoğun ve semptomatik ilgiye bir bahane oluşturmak için hastalanır. Tam da Zizek’in belirttiği üzere “semptomunun keyfini çıkartmaktadır”. Yeraltı Adamı’ndaki narsisizm görüntüsü ise son derece net ve kapsamlıdır yalnızca ismi konmamıştır. Demek ki Dostoyevski, Freud’un narsisizm tartışmasını ve hastalık hastalığı ile narsisizm arasındaki bağı önceden görmüş bir bakıma.
Bu konuda ek olarak narsisistik kişilik yapılanmasının başlıca göstergelerinden biri olan Freud’a göre örtük/gizlenmiş erkek eşcinselliğinden (yani kendisini haset, düşmanlık ve giderek şiddet fantazileri biçiminde dışa vuran arzu/özdeşleşme) bahsetmeden geçmek olmaz.
Burada sözü edilen, bireyin genetik kuruluşunda zaten var olan, günümüzde artık yaygın olarak kabul edildiği biçimiyle yapısal olan eşcinsel yönelimden farklı bir şey: Narsisistik yapılanmanın, yapısal bir “eşcinsel yönelim”in var olup olmadığından bağımsız bir tezahürü. Kendi bedenine yönelik aşırı (olumlu/olumsuz) ilginin bedensel eşdeğerlerine, yani eşcinse dönmesi. Genel geçer bir kural olarak kabul edilmesi mümkün olmasa da narsisizmin tezahürlerinden ya da semptomlarından yalnızca biri olarak görülmesi yanlış olmaz.
Dostoyevski’nin Yeraltı Adamı aslında 19.yüzyıl Rusya’sının kendine gerçek bir varoluş alanı yaratmayı başaramamış, küçük, silik, yarı aydın temsilcilerinden biridir. Yeraltı Adamı Subay’a öfkelidir, ancak bu öfkenin nedenini yine de Subay’ın üstüne atar. Adam kendisine çarpmış ve özür bile dilemeden yoluna devam etmiştir. Öfkenin nedeni çarpma, bedensel temas ile özel beden alanının ihlali midir yoksa görmezden gelinme, hiçe sayılma mı?
Yeraltı Adamı’nın narsisizmi öyle durup dururken oluşmuyor tabi ki. Doğu toplumlarında rastlayabileceğimiz en güçlü “Baba”lardan birinden yediği büyük kazığa kadar geçmişe gidiyor bu “narsisistik kırılma”. Dostoyevski ve diğer idam mahkumlarının hayatları tam da idam sırasında Çar Baba’nın af mektubunun okumasıyla -gökten inen tanrının eli misali-kurtulmuş olduğunda başka bir travmanın kapısı açılır. Çar’ın kadir-i mutlaklığının bir kere daha ilanından, kendi entelektüel kimliklerini fazlaca önemsemeyen, muhtemelen önemli bir kısmı da narsisistik kişiliklere sahip Rus intelligent’lerinin nihai bir biçimde hadım edilmesinden, Babanın-Adı’nın tartışmasız tahakkümünün bir kere daha teyit edilmesinden başka bir şey değildir yaşananlar. Bu “hadım ânı”ndan sonra, o narsisistik kişiliklerin yeniden kendini toparlayabilmesi mümkün mü? İşte onlardan geriye kalan, narsisizmini kendi bedeninden nefret etmeye yöneltmiş, ürkek bir ”Yeraltı Adamı”ndan başka bir şey olamıyor.
“İşte Çar Baba’mız en baştan tercihinin kimden yana olduğunu ilân etti: Her despotun yönetmek için bürokratlara, hükmetmek içinse askerlere ihtiyacı var. Sen ise her iki işe de yaramayan, varlığına olsa olsa tahammül edilen bir münevversin. Bunun nedeni de belli: Hiçbir despot hâkimiyetini “Faydasızın Faydası” tahayyülü üzerine kuramaz”
Narsistin kendi bedenine duyduğu hayranlık ve duygusal yatırımı, o beden “Baba”dan beklenen onayı alamadığı için, giderek aşağılamaya, nefrete hatta tiksinmeye dönüşür. En iyi ihtimalle aralıksız bir kuşku, bedenin kendisine (yani aklına/zihnine çünkü entelektüel kendisini akıldan/zihinden ibaret zanneder) ne zaman ihanet edeceğinin bilinmediği bir paranoya biçiminde kendini gösterir.
Daha psikanalizin adının bile olmadığı yıllarda yazılmış kısacık bir romandaki bir karakterin çözümlenmesini, o romandan elli yıl sonra yazılmış (Freud-Narsizm Üzerine) bir deneme ile birlikte okuduğumuzda, bir tarihsel dönem, bir toplumsal/kültürel yapı hakkında birçok sosyolojik/antropolojik çalışmadan çok daha derin bir iç görü kazanabiliriz.
Yine baba-oğul(evlat) hikayeleriyle devam edecek olursak biri Mezapotamya toprakları üzerinde yaşanan ve Eski Ahit’te kendine yer bulan İbrahim ve İshak, diğeri ise Attika’da yaşamış bulunan Odysseus-Telemakhos anlatılarıdır.
Eski Ahit’ten alınan bir bölümde İbrahim, ilahi buyruğu tek bir kelimeyle kabul eder. Sadece Tanrı’nın (yüce baba figürü) aniden beliriveren sesi duyulur. Ne sorgular, ne karşı gelir, ne de en ufak bir tereddüt gösterir; İbrahim, emre uymaya gönüllüdür. Olan bitenden habersiz olan ise oğul İshak’tır. Bu evlat kurbanı anlatısı, bir Oidipus değilse de, belki daha çok bir Laios alegorisi olarak karşımıza çıkar. Öte yandan, Telemakhos’un “babayı arayış” takıntısı bazı psikanalistler tarafından “Telemakhos Kompleksi” olarak adlandırılır ve bu durumun, Oidipus Kompleksi’nin karşıtı olduğu ifade edilir. Oidipus’un tersine, Telemakhos babasını öldürmeyi değil, geri dönüşünü özlemle beklemeyi seçer; çünkü onun için “baba” düzenin ta kendisidir. Oidipus kendi düzenini babasının ölümü ve annesinin teslimiyeti üzerine inşa ediyordu. Oidipus’un iktidarının yaklaşık üç yüzyıl öncesinde kaleme alınan Odysseia’da ise babanın kurduğu düzen, özlemle geri beklenen bir yapıdır.
Mezopotamya anlatılarının aksine, Attika’ya geldiğimizde Tanrı ya da baba figürünün öldürülmesi adeta yaratılışın başından beri meşrulaştırılmış gibidir; hatta bu, yaratılışın temel itici gücüdür. Kronos’un Uranos’u, Zeus’un da Kronos’u öldürmesi; Oidipus’un edebiyat tarihinin en bilinen baba katili olması gibi örneklerle doludur. Ancak burada “baba katli”nden söz ettiğimizde yalnızca sonuçlara bakıyoruz. Çünkü bu örneklerin tümünde aslında ilk öldürme niyeti babalardan gelir. Uranos ve Kronos, kendi çocuklarını yok etmeye çalışmıştır. Oidipus da aslında Laios’un giriştiği evlat katlinden mucizevi şekilde kurtulmuştur. Bu babalar, cinsel kimliklerini ve o büyük erkeklik güçlerini ancak bu şekilde koruyabileceklerine inanmışlardır. Telemakhos ise bu mitolojik anlatılar içinde benzersiz bir oğuldur; gözünü ufka dikmiş, babasının dönüşünü bekler. Belki de bu, babasının yıllarca süren savaş ve dönüş yolculuğu yüzünden onu öldürmeye fırsat bulamayışından kaynaklanır. Dolayısıyla Oidipus Kompleksi dediğimiz şey sadece Oidipus’a ait değildir. Hatta çıkış noktası bile Oidipus değildir; aksine, özellikle Yunan Mitolojisinde (ve Mezopotamya anlatılarında da) evladını yok etmeye niyetli baba figürlerinin çokluğu bu yapının temelini oluşturur. Yani sorun başka bir yerde; “babalık” dediğimiz kavramın bizatihi kendisinde ve onun üzerinden şekillenen ataerkil aile yapısında gizlidir. Oidipus bu düzene –bilmeden de olsa– karşı gelen bir figürdür yalnızca.
Özetle;
“Hiçbir Tanrı/Baba bizi kurtarmayacak. Bir kahraman olarak babaya duyulan nostalji amansız bir hastalık. Babanın görkemli dönüşü sonsuza kadar geride kaldı! Ne anıtlar, ne yenilmez filolar, ne parti başkanları, ne otoriter ve karizmatik liderler, ne liderler, ne tanrılar ne de papalar dönecek denizden geri; sadece kırıntılar, bölük pörçük parçalar, kırılgan ve savunmasız babalar, şairler, yönetmenler, iş güvencesi olmayan öğretmenler, işçiler, kendi çocuklarına ve yeni kuşaklara, geleceğe dair bir inanç duygusunun nasıl aktarılacağını gösteren, ufka bir anlam katan ve herhangi bir mülkiyet kavramına sahip çıkmayan bir sorumluluk taşıyan basit tanıklar.”
Recalcati 2019:8
Hafta boyu biriktirdiklerimle bülteni sonlandırıyor, hepinize kocaman sarılıyorum.
Sevgiler,
M.
o kadar zevkle ve merakla okudum ki. yine harika bir yazı olmuş. gerek alıntılarınızla, gerek üslubunuzla nasıl emek verdiğiniz aşikar. bu emeğin karşılığı keşke yalnızca ufak bir like olmasa; bu yüzden siz bu kalbi, “çok değerli şeyler öğrenmiş” biri tarafından minnet olarak alın🌻