Geçtiğimiz cuma akşamı, haftanın tüm fiziksel ve duygusal yükünü ve yorgunluğunu üzerimden atmak üzere, merakla beklediğim ve filmekimi’nde bilet tutturamadığım (helbet yakalayamam beyefendi! ) bir filmin de gösterime girmesini fırsat bilerek kendimi bi’heves sinema salonuna attım. Böylesi beklentilerle girdiğim salondan duygusal yüküme duygusal yük eklenerek ayrılışımla zamansal olarak doğru bir tercihmiş gibi gözükmese de, beni çok etkileyen bu filmden hali hazırda bahsettiğim için burada tekrar bahsetmeyeceğim şimdi. Yapacak daha önemli bir işimiz olmadığı için salona film başlamadan 15 dakika öncesinden girmiş olduğumuzdan, hemen yanımdaki koltukta oturan biri kız biri erkek iki gencin sohbetlerine kulak misafiri olmak durumunda kaldım. Pazar günü bir arkadaşlarının evinde sabaha kadar sürecek Oscar Ödül Töreni’ni izleyecekleri bir parti organize etmişler ve pazar gecesine kadar adaylık alan ve izlemedikleri ne kadar film varsa tamamlamaya çalışıyorlarmış zira gecenin sonunda ödül almış ve izlememiş oldukları her film için bir shot atmaları gerekecekmiş. Kızın izlemediği son filmmiş bu. Erkek çocuğu tabi ki biraz geriden geliyor, her zamanki gibi. Neyse iki günü daha varmış, halledecek. Gülümsedim. Sanırım onların yaşındaydık, belki de daha gençtik bilemiyorum, Oscar tahminleri yapmaya başladığımızda. En çok doğru tahminde bulunan iddiayı kazanırdı. İddia da genelde bir şeyler ısmarlama üzerine bir söz olurdu. Zamanlar geçti, insanlar da öyle. Ben hâlâ kendi kendime devam ediyorum her sene -mânâsız da olsa- Oscar tahminlerinde bulunmaya. Zamanla değiştim ve geliştim tabi ki. Cannes, Venedik, Berlin, Toronto bilimum festivaller ve BAFTA, Altın Küre, SAG, People Choice gibi törenleri de takip eder oldum. Bu aşağı yukarı 15 sene boyunca -bilinçli olarak- birçok güzel film izledim ve yorumladım, yönetmen, senarist ve oyuncu tanıdım gıyabında. Tıka basa doldurdum kendimi, hâlâ da keyifle devam ediyorum. God Bless The Cinema!
Yine geçtiğimiz cuma günü, yani 28 Şubat’ta bir Balık Yeniayı gerçekleşti aynı zamanda. Ancak bu yeni aya hâli hazırda İkizler burcunda bulunan Jüpiter kare açı yapıyordu. Balık Yeniayı ile beraber içimizdeki duyarlı ve empat yön iyice ortaya çıkmaya çalışırken Jüpiter-İkizler’in karesi olan bitenlere mantıkla ve analitik yaklaşmayı, bol bol üzerine düşünüp konuşmayı ve sorgulamayı getiriyordu. Ayrıca bu kare açı, duygularımızı mantığımızla dengeleyip dizginlemekte zorlanacağımızı gösterir ki bu durum da içsel gerginliğe ve kararsızlığa sebep olur. Hemen akabinde Koç burcunda gerçekleşecek Venüs Retrosu, onu da takip edecek Merkür Retrosu olayların üzerine de leblebi biçiminde. Afiyet olsun.
Venüs’ün Koç burcunda 40 gün-40 gece sürecek geri hareketi bir şarkı olsaydı şu olurdu:
Pinhani-Bilir O Beni
..Bana acımadı ama, sever o beni.
Karşıma geçsin, göğsüme vursun.
Ben soru sormam, o bana sorsun.
Kim daha yorgun, kim daha üzgün, Bilir o beni…
Yeni görev tanımlandı: “Güncel Astrolojik Olaylara Bir Şarkı Bırak”
Aşk, ilişkiler, bolluk bereket gezegeni Venüs’ün çok da iyi anlaşamadığı Koç burcunda geri hareketi pek tabi ilişkiler ve maddi konularda zorlantılar getirirken, geçmişle veya bu konularda geçmişten gelen, yeniden kendini hatırlatma ihtiyacı hisseden meselelerle yüzleşmeyi de teşvik edecektir. Partnerler arası rekabet ve tartışmalar artarken ilişkideki eski ve üstü örtülmüş bazı problemler gün yüzüne çıkabilir. Ek olarak Venüs Retrolarında eski ilişkilerin yeniden canlanması da olasıdır. Burada önemli olan, bu geçmiş yaşanmışlıklardan doğru dersleri çıkararak ilerleyebilmek, önümüzdeki maçlara bu bilgiler ışığında çıkabilmektir. Ayriyeten var olan/süregelen ilişkilerde taraflar daha fazla bağımsızlık ve özgürlük arayışında olabilir. İşbu kişiler kendi istek ve ihtiyaçlarını öncelendirme eğilimindedir ki ikili ilişkiler adına kulağa bi’çıt sevimsiz gelse de kişi bu dönemi kendi kişisel gelişimi ve içsel keşfi adına değerlendirebilirse enerjileri daha sağlıklı çalıştırmış olur NİTEKİM ben de tam olarak öyle yaptığımı düşünüyorum. Tam da birbirini takip eden retrolara uygun bir senaryo ile karşınıza çıkacağım. Son birkaç aydır kafamın içinde dönen, oturmasını beklediğim havada bir hikaye var anlatılmayı isteyen, doğru zamanını bekleyen. Son gelişmelerle birlikte artık zihnimde yekpare kristal bir top gibi kendisi. Önceki arkası yarın deneyimlerimden de ders çıkararak hikayenin kendi kendisini akışta şekillendirmesine müsaade etmedim, bu sefer kervanı yolda düzmek istemedim. Sonu belli yani. Sonun belli olması iyidir, bilirsiniz. En yakın zamanda bu platform üzerinden parça parça yayınlamaya başlayacağım. Coming Soon’lu bir şeyler. Henüz başlamadan bir sneak-peek, ufak bir ipucu verecek olursam, -benden hiç beklenmeyecek ve bana hiç yakışmayacak bir biçimde- mutlu sonla biteceğini söyleyebilirim. Gerçi kime göre neye göre mutlu. Her neyse. Seneler önce yine bir yerlerde bir şeyler karalamışım, göz göze geldim. Bas bas bağırarak mutlu sonlara katlanamadığımı çok net ifade etmişim. Hiçbir zaman da mutlu son yazıp çizdiğimi hatırlamıyorum gerçekten. Bilmediğimden herhalde. Tanıdık alanlarda dolanmayı tercih etmişim. Hem bir de, mutlu sonu herkes yazar, herkes ister. Realistik olmamakla beraber çokça da var. Ben kimsenin istemediği, herkeslerin de öyle cesaret edemediği, üstesinden gelmenin de zor olduğu taraftaydım her zaman. Çocukluğumla kahve içmeye çıksaydım eğer, ilk soracağım soru olurdu “Seni küçük marjinal anarşist, niye mutlu sonları esirgedin bizden bunca sene?” Neyse ki böyle bir aktiviteye teşebbüs etmedim. Ayrıca o da öyle bir “blue era” olmalıymış demek ki hem, pişmanlığım yoktur. Mutlu son fikriyse bana yaşla yüklendi sanıyorum biraz da. Yeterince mutsuz son deneyimlediğini düşündüğün bir anda gelen “biraz da böylesi olsun hadi bakalım” eeeeh yeter be hâli.
Yeni hikaye anonsumla birlikte aslında bültenin bu 29. sayısında -başlığından da belli olduğu üzere- yeni bir seriye başlıyor olmanın sevinci ve heyecanı içerisindeyim. Geçtiğimiz hafta oturmuşum öyle kendime yine bir şeyler düşünüyorken. Aklıma tatlış fikirler düşüverdi. Farkındalık sahibi harika arkadaşlarım var ve onlarla muhteşem dolu sohbetler ediyoruz. Fakat bu sohbetler uçup havada buharlaşan sözlere dönüşüyor yahut bir whatsapp konuşma penceresinde ya da instagram DM kutusunda unutulmaya/kaybolmaya yüz tutuyor ve ben bunun böyle oluşuna çok üzülüyorum. Sonra dedim ki, neden bu sohbetleri temalar belirleyip, belli bir plan program ile kayıt altına alıp, metne döküp, adına da “Farkındalık Sohbetleri” demiyorum ki? Bence harika bir fikir. Hemmen bu fikrim hakkındaki düşüncelerini duymak ve sohbetlerini paylaşmak istediğim birkaç arkadaşıma konuyu açtığımdaysa aynı heyecanla karşıladılar ve çok memnun oldular. Ben de çok mutlu oldum tabi. Bugün bu sohbetlerin ilkiyle “İlkin’le” pilot bölümümüze başlıyoruz. Umarım sizlerin de hoşuna gider, bir sonraki temanın ne olacağı hakkında da fikirlere açığım bana ulaşabileceğiniz tüm platformlar üzerinden ulaşabilirsiniz, bir dm kadar yakınım. Ve iyi okumalar dilerim.
*
M: Selam, öncelikle çok özlendin dolayısıyla böyle bir konseptte bu şekilde bir araya gelebilmek bile çok güzel.
İ: Ben de çok özledim, sesini duymayı, seninle sohbetlerimizi ve her şeyi. Heyecanlıyım ve hazırım, başlayabiliriz.
M: Yaklaşık 4 aydır Belçika’da yaşıyorsun, nasıl hissediyorsun? Niçin oradasın, alışabildin mi, neler yaşıyorsun, neler yaşadın bu birkaç ayda, olumlu veya olumsuz paylaşabileceklerin neler? Ait hissediyor musun bulunduğun yere?
İ: Dört ay, az değil ya :), birkaç ilginç tecrübe yaşadım hâlâ da yaşamaya devam ediyorum tabi ki. Öncelikle ilk hafta ülkenin genel işleyişini bilmediğim için bir dolandırılma olayı yaşadım ve bu Belçika’da çok yaygınmış. Onun sıkıntısı beni yordu. İkinci olumsuz durum bence hava durumu, sürekli yağmurlu ve ıslak, Avrupa. O yüzden de hayatımda ilk kez d vitamini kullanıyorum düzenli olarak. Yani biraz zorlanıyorum. Genel tablo şöyle benim için, 90’lar veya 2000’li yılların başlarında yaşıyormuşum hissi var. Biz Türkiye’de yeni ve lüks yaşamaya alışmışız. Çok basit bir örnek vereyim benim burada yaşadığım evde çamaşır bulaşık makinem yok, TV yok, koyacak alanımda yok, 1+1 yurt odasında yaşıyorum gibi, öğretmenliğe, çalışmaya değil de doktora yapmaya gelmiş, aylık biraz bir bursu var onunla yetinmeye çalışan bir öğrenci gibi hissediyorum. Ve 37 yaşında biri olarak bu beni biraz zorluyor. Profesyonel iş yapmaya geldiğimi hissedemedim. Ama bu şahsen benden kaynaklı büyük ihtimal, beklentilerim ile alakalı. Olumlu olarak Türkiye’den farklı “vay be Avrupa” dediğim hiç bir şey olmadı açıkçası benim için. Yeme içme konusunda da, alışveriş konusunda da ve bürokratik işler çok yavaş işliyor ve zor, sağlık sistemi sıkıntılı, hasta olmayayım diye ekstra dikkat ediyorum. Burada şu var aslında insan haklarına önem veriyoruz dedikleri, daha az çalışma saati var, o güzel, ve bu çalışma saatleri herkes için geçerli, avm de çalışan da gece yarılarına kadar kalmıyor, Yani Türkiye kalabalık gerçekten, bu yüzden de insanlar hep bir hizmet bekliyor ve hemen ulaşmak istiyorlar. Burada o beklenti yok, herkes ne zaman ne hizmet alabileceğini biliyor. İyi yanlarından biri, market gibi alışverişler daha uygun, enflasyondan dolayı, daha ulaşılabilir, ama çeşitlilik olarak benziyor bence ürünler. Burada da organik yani BIO denen ürünler diğerlerine göre daha pahalı. Kuaför olayı da biz kadınlar için sorun, hijyen olayı içinse bence Türkiye’de daha fazla önem veriliyor diyebilirim şaşırtıcı şekilde. Burada temizlik de sıkıntılı, Su mesela, damacana olayı yok, ama her hafta 6lı paket su taşıyorum eve, ve kapak renklerine göre onların da kireç oranı değişiyor. 11 euroya da var 2 euroya da var ve sular inanılmaz kireçli. Yani bilmiyorum. Ben sanki Türkiye’de İstanbul’dan ya da büyük başka bir şehrinden, doğunun başka kötü bir şehrine taşınmışım gibiyim, doğu görevi yapmaya gelmişim gibi burası. Şimdi bu kadar olumsuz durumu anlatınca aitlik hissi de burada bulunduğum süreden bağımsız olarak pek hakim olamıyor maalesef... Burada güzel bir başka olay sosyalleşme adına yapılan aktiviteler örneğin birkaç günlük festivaller veya bir galeri müze gezintisi genellikle bedava veya daha ulaşılabilir. Bu da nüfustan dolayı, az kapasiteli işler ortaya konuluyor bu yüzden de başarılı bir şekilde gerçekleştiriliyor ve insanların memnuniyeti artıyor.
M: Aidiyet nedir sence? Nasıl sağlanır? Nasıl ve hangi deneyimler üzerinden şekillenir?
İ: Aidiyet bence bir yerde veya biriyle yaşadığın deneyimlerin seni daha sonrasında güvende hissettirmesi, güven ile aidiyetliğin paralel olduğunu düşünüyorum. geçmişle de ilgili. Şimdiyle de ilgili ama şu an bir yere ait olabilmen için tabi ki biraz zaman da geçmesi gerekiyor. Orada bir yaşanmışlık ya da o kişiyle bir yaşanmışlık yaratabilmek gerekiyor yani aslında deneyim.
M: Bir topluluğa ait olmak senin için ne ifade ediyor? Mesela şu an bulunduğun yere ait olabildiğini hissettin mi ya da geçmişte bulunduğun herhangi bir yer için bu aidiyet hissini deneyimledin mi? Bu yerle olan bağın senin için ne ifade ediyor, Bir toprak parçasına ya da lokasyona mı ait olunuyor yoksa oradaki topluluğa mı? Yoksa yaşantı ve deneyimlerden dolayı mı aidiyet hissediliyor?
İ: Ben öyle kolayca evet buraya ait hissediyorum diyebilenlerden değilim açıkçası, belki diyebilenler vardır fakat benim böyle bir yapım yok. Yaşadığım yerle ilgili söyleyeyim şu an Avrupa'da yaşıyorum ve buraya ait hissediyor muyum? Hayır hissetmiyorum. Bir kere sosyal anlamda, bir çevrem yok burada. Çevreden kastım nedir? Gerçekten Belçika'da yaşayan %100 Belçikalı insanlarla tanışmadım, mutlaka kökenleri, farklı ülkelere dayanan insanlarla muhatabım ve O yüzden de bir anlamda buraya dahil hissetmiyorum. Hâlâ bir misafir gibi hissediyorum. Yani buraya ait bir vatandaşlığım yok, zaten belirli bir süre için gelmişim. O yüzden de bir aidiyet hissedemiyorum. Zamanla hisseder miyim, belki ileriki zamanlarda buraya daha alışmış ve ısınmış olurum ve duygularımın pozitifleştiği bir dönem olur. Yaşantılar ve deneyimlerle aidiyet hisssinin tanımlanabileceğini savunuyorum. Bir toprak parçasına ya da lokasyona ait olunuyor mu? Bence olmuyor yani. Mesela Antep'te yaşadım 4-5 sene fakat oraya kendimi asla ait hissetmedim çünkü benim ya da herhangi bir atama dair yaşanmışlık yoktu orada. Annem Lüleburgaz’lı babam Çorlu’lu. Çorlu’da yaşadığımız dönemlerde de Çorlu’ya ait hissetmedim hiç kendimi ama Lüleburgaz’I çok benimsiyorum. Ankara’da okurken ve yaşarken de aslında Trakya’ya ait hissedebiliyordum ama en çok aidiyet hissi yaratan yeri soracak olursan Ankara ve bunun da yine dönemsel ve deneyimsel olduğunu düşünüyorum. Ama bazı lokasyonlar da değerli mesela Trakya’daki o Ayçiçek tarlaları vardır ya, onlar benim için aidiyeti temsil eder. Hisleri anlatabilen yerler olması lazım. Mesleki olarak ise kendim öğretmenim ama hiçbir zaman bir öğretmen topluluğuna ait hissetmedim öğretmen gibi hissetmedim. Öğretmenim demek bana hala garip geliyor ama ingilizceciyim demek daha doğru tarifliyor beni, ben de kendimi daha samimi hissediyorum kendime. Etnik ve kültürel açıdan bakacak olursak da Müslümanlık ya da türklük gibi aidiyetler de hissetmiyorum, çünkü onlar gibi değilim ve onları tarifleyen tanımlar bana hiçbir anlam ifade etmiyor. Kesinlikle biricik ve farklı bir bakış açım var.
M: Modern zamanlarda aidiyet hissi ve köklenme konuları nasıl değişti/değişti mi? Sosyal medya ve küreselleşme aidiyet hislerini nasıl etkiledi, sen bu değişimlere nasıl ayak uyduruyorsun, hızla değişen bu dünyada köklerden uzaklaşma hissi duyuyor musun hele bir de şu an kendi ülkenin -en azından en çok ait hissedebileceğin diyelim- topraklarında değilken, bu durum seni nasıl etkiliyor?
İ: Sosyal medya ve küreselleşme evet değiştiriyor. Yani her şeye hemen erişebiliyorsun bir kere. Hemen telefonla konuşabiliyorsun ya ben 10 sene önce Amerika'daydım o zaman böyle bir görüntü konuşma yoktu mesela. Gurbet ve memleket özlemi gibi temalar daha çok gün yüzüne çıkabiliyordu fakat günümüzde hızlı ve kolay erişim sayesinde bir yerden ayrılıp kopmuşuz gibi gelmiyor. Ayrılık hissini yaşamadığım için de başka bir yere daha çok ait olmuş gibi hissetmiyorum. Küreselleşme ile her şey ve her yer bir oldu aslında.
M: Peki, biraz da ilişkilerde aidiyet diyelim. Lafı eviririm çeviririm illa ki buraya getiririm :) Peki bir ilişkide (romantik bir ilişkide) kendini ilişkiye ait hissetmek nasıl mümkün ve senin için nasıl bir anlam ifade ediyor? Bir ilişkiye mi ait hissedersin bir kişiye mi ait olursun?
İ:İlişkilerdeki aidiyet kesinlikle güvenle ilgili, yani bir yere ait olmakla ilişkide ait olmak aslında benzer temellere oturuyor. Birisine güvenebildiğin zaman kendini ilişkiye bırakırsın, kendini rahat hissedersin ve rahat hissettiğin yerde zaten ait de hissedersin, aslında orayı benimsersin. Ve bu güven ilişkisinin sağlanması için de yine bir süre ve yaşanmışlık gerekiyor. Ve her konuda da bir uyum sağlamak aidiyet hissini pekiştirir.
M: Geçmişteki ilişkilerinin şu anki bir romantik ilişkideki aidiyet hissi üzerine düşüncelerini nasıl etkiledi neler değiştirdi, nasıl bir farkındalıkla bakıyorsun şu anda bu konuya?
İ:Geçmişte yaşımızın da genç olmasının getirdiği fevrilik ve belki de bilinçsizlikle durumları farklı algılayabiliyoruz ya da hiç algılayamayabiliyoruz, beklentiler farklı olabiliyor. Ama tabi ki genel olarak yaptığımız şey o geçmiş yaşanmışlıkta bir sonraki yaşanmışlığımıza taşımamak üzere deneyimlediğimiz olumsuzluklardan ders çıkararak, bir sonrakine bu farkındalıklarla adım atmak. Tabi ki ilişki içerisinde mutsuz olduğum anlar da olabiliyor, en azından bunları düzgün bir iletişim içerisinde çözmeye açık bir ilişkim var. Ait hissetmediğin ilişkilerde fevri davranmak zannediyorum ki daha kolay oluyor. Sağlıklı iletişimi kurabilmek ve bunu sürdürebilmek de ilişkiyi devam ettiriyor. Aramızda fiziksel bir uzaklık da olduğu için bu durum daha da bir önem taşıyor benim için. Bu durum da aslında bu ilişkiye ait hissettiğim için gerçekleşiyor. Bu kadar zorluğa rağmen sürdürmek. O aidiyeti hissetmesem bu çabayı harcamazdım. Ya da geçmiş ilişkilerimde böyle bir aidiyet hissetmediğim için şu an böyle düşünüyorum.
M:Peki bu kadar güvenden bahsetmişken, ilişkide bireyselliğin ve bağımsızlığın öneminden bahsedelim son olarak. Bu ikisi arasında nasıl bir denge var? Bireysel kimliği korumak ve aynı zamanda ilişkide aidiyet hissi geliştirmek arasında denge kurmak zor mu?
İ: Bireysel kimliğimi ben zaten koruyorum aslında. Çünkü benim yaşadığım ilişki uzaktan bir ilişki olduğu için sürekli olarak yan yana fiziksellik olmadığından dolayı zaten bireyselliğimi koruyorum. Bağımsızlığımı da koruyorum bu arada yani ben hani bağımsızlıktan kastım herhangi bir anlamda veya alanda zaten bağımlı yaşamıyorum birisine. Kendim istediğim ülkede yaşıyorum. Kendim istediğim yere gidiyorum, kendi istediğim insanlarla konuşuyorum, kendi istediğim gibi hareket ediyorum. Ama bir yandan da arka tarafta sürekli beni meşgul eden bir durum var ve bu durum bana rahatsızlık veren bir durum değil, beni o ilişkinin içinde tutan bir his ve bu güzel bir his, kendimi bir başkası tarafından benimsenmiş ve bu sebeple de aslında kendime ait olan bir şeyim var diyorum yani benim bir ilişkim var diye biliyorum ve bu güzel bir his. Kendi ilişkim üzerinden örnekleyip açıklayacak olursam, uzak mesafe ilişkisinde sağlıklı bir iletişim ekstra önem kazanıyor. Çünkü içinde şüphe duyulacak bir durum olduğunda bu sefer zaten uzakta olduğum için iyice işkilleniyorsun. Geçmişte yaşadıklarınla hemen bağlantı kuruyorsun ve ona göre kendini savunmaya alıyorsun ya da saldırmaya başlıyorsun, hani sorular soruyorsun. Yani bu süreci herkes sağlıklı bir şekilde yürütemeyebilir, güçlü karakterler olmak lazım. Bazı eşiklerin aşılmış olması gerekiyor. Ondan sonra zaten aidiyet geliyor, tıpkı Maslow’un kriterleri gibi piramidin üst tarafına doğru bir aşamasında aidiyet basmağı da vardı yanlış hatırlamıyorsam. Tam bir insan olmanın adımlarından biri olsa gerek.
M: Duygusal güven, ilişkideki aidiyet hissini nasıl etkiler bu güvenin oluşması için neler yapılmalı?
İ: Güvenin oluşması için insanların sağlıklı ilişkisi kurması gerekiyor. Bu sağlıklı ilişkide açık, net, kısa, yalın ve sahici bir iletişimden geçiyor. Ve bunları gerçekleştirirken kendini en doğru ve olduğun halinle ifade edebilmek.
M: Aklıma gelenler bu kadar bu konu üzerine, çok keyifli bir 1,5 saatti nasıl geçtiğini anlamadım. Senin eklemek isteyeceğin ek bir şeyler olur mu?
İ: Benim de sorduğun sorular üzerine aklıma gelen her şey bu kadar. Zaten çok geniş kapsamlı ve detaylı sorulardı çoğu şeyi konuştuğumuzu sanıyorum.
M: Katılıyorum, ve katıldığın için de çok teşekkür ediyorum. Öpüyorum ve seviyorum.
Bülteni haftalık biriktirdiklerimle kapatıyorum.
Kucak dolusu sevgi!
M.